Astroloji ve Hayat

ASTROLOJİ VE HAYAT

Astroloji çalışmaya başladığımızda öğrendiğimiz iki temel prensip vardır:

1-    “Göklerde ne varsa yerde de o vardır”

2-    “Doğum haritasının vaat etmediği hiçbir şey gerçekleşmez”

Astroloji eğitimi alan bizler, ilk temel prensipten yola çıkarak, gezegen konumlarıyla oluşan göksel enerji ile doğduğumuz anda aldığımız ilk nefes ile maruz kaldığımız bireysel enerjimizin etkileşim içinde olduğunu bilir, makro düzeydeki gökyüzü konumu ile mikro düzeydeki insan arasındaki bu eşzamanlılık bağlantısından yola çıkarak doğum haritalarımızdaki potansiyelleri okumaya çalışırız.

İkinci temel prensibi kullanarak ise, doğum haritasındaki bu potansiyellerin, yaşam yolunda değişen gökyüzü konumlarından nasıl etkileneceğini yine eşzamanlılık bağlantısıyla öngörmeye çalışırız. Ayrıca geçmişte yaşadığımız ancak anlam yüklemekte zorluk çektiğimiz durumların da diğer yüzüne ışık tutarız.

Gerek astroloji çalışmaları sırasında, gerekse kendi doğum haritam ile tecrübe ettiğim hayat deneyimlerimde şahit olduğum bu bağlantı bana hep muhteşem bir düzeni ve bu düzeni tasarlayan, aklımın sınırlarını zorlayan o büyük İRADE ’yi düşündürmüştür.

Ve anladığım, hayat yolunda olması gereken, olması gerektiği zamanda olmaktadır, ne biraz daha önce ne de biraz daha sonra…

Doğum haritaları hakkında tecrübem arttıkça, adına HAYAT denilen bu kurgunun tanımlanmasına yardımcı olan bu ilim, zaten uzunca zamandır sormakta olduğum bir sorunun şiddetini arttırarak beni üzerinde daha fazla düşünmeye zorladı… Peki HAYAT nedir ve doğum haritasının, bu tam zamanında OLAN hayat deneyimleriyle tam olarak nasıl bir bağlantısı vardır?

Diğer bir soru da, astrologlar arasında “Haritayı Aşmak” diye tanımlanan ve haritamızın zorluklarından özgürleşmemizi sağlayan durum ne kadar mümkündür?

Hayatı, ruhumuzun dünya gezegeninde bedenlenerek tecrübe ettiği bir deneyim olarak tanımlayabiliriz. Ve bu deneyim bir hikâyeye bağlı olarak yaşanır. Hikâyemizde doğacağımız aile, doğum zamanımız, ebeveynlerimizin ilişkisi, bizim onlarla ilişkimiz, sevgi kapasitemiz, zihnimizin ağırlıklı olarak ne yönde ve nasıl çalıştığı, egomuz, hayata karşı mücadele gücümüz, inançlarımız, korkularımız gibi potansiyellerimiz ve bu potansiyellerimizle kendimize çektiğimiz deneyimlerimiz yer alır.

Ve doğum haritamızda bu potansiyelleri görmek mümkündür, potansiyellerimizin bize yaşattığı deneyimlerle haritamızın öngördüğü deneyimler arasındaki tutarlılık ise gerçekten şaşırtıcıdır.

Hayat sürecinde deneyimlerimizi yaşarken, yaşadığımız dünyayı ve hayatı tanımlamak için beş duyumuzu kullanırız. Daha farklı ifade etmek gerekirse, beş duyumuz ile elde ettiğimiz veriler, aklımız, duygularımız ve egomuz tarafından proses edilerek dünya hakkındaki GERÇEKLİK algımızı oluşturur, bu algı ile deneyimlerimizi tanımlayarak da hayatı anlamlandırmaya çalışırız.

Ancak bu noktada başka bir soru ortaya çıkar, beş duyumuz ne kadar güvenilirdir? Ve egomuzun, duygularımızın, bilinçaltı korkularımızın ve aklımızın prosesinden geçen bu duyularımıza dayanan GERÇEKLİK algımız ne kadar GERÇEK tir?

Bizim kulağımızın duyduğu seslerin frekans aralığı ile bir yarasanın kulağının duyabildiği seslerin frekans aralığı çok farklıdır, bu farklılığın sonucu olarak bizler yarasalara göre çok daha sınırlı bir aralıkta duyma kapasitesine sahibizdir, ancak bazı sesleri duyamıyor olmamız, o seslerin var olmadığı anlamına gelmez. Bu örnekler diğer duyularımız için de verilebilir, ve bu durum bizi şöyle bir çıkarıma götürür: duyularımızın sınırları kadar veri alabiliriz, BU VERİLERİ KENDİ SUBJEKTİF KAPASİTEMİZLE YORUMLARIZ, ve dünyaya ve onun üzerinde yaşanan hayata dair GERÇEKLİK algımız da duyularımız VE SUBJEKTİF KAPASİTEMİZ İLE sınırlıdır.

Bu durumun en belirgin örneğini uykumuzda yaşarız. Rüyamızda oturduğumuz koltuk, en az GERÇEK (!) hayatta oturduğumuzda algıladığımız koltuk kadar GERÇEK tir, yediğimiz yemeğin kokusunu duyar, tadını alır, karşımızdaki kişinin sesini duyar, kaçarken yaşadığımız korkuyu hisseder…. ve dünyadaki varoluşumuzla deneyimlediğimiz pek çok durumu en gerçekçi haliyle yaşayıp hissederiz, ama RÜYADAYIZDIR!

Bilim insanları tarafından mekanizması hala tam olarak çözülememiş olsa da, gördüğümüz rüyalarda bilinçaltımızın önemli bir rol oynadığı bilinmektedir. Uyandığımızda ise, yaşadığımız durumun RÜYA olduğunu fark ederiz.

Uyandığımızda, gördüğümüzün rüya olduğunu anlarız, ancak uyanıkken, hayat yolumuzda deneyimlediğimiz ve kısıtlı duyularımızla tanımladığımız DÜNYA GERÇEKLİĞİNE sıkı sıkı tutunuruz.

Doğum haritalarımız bizim potansiyellerimizi anlattığına göre, yaşadığımız hayatın tanımını doğum haritalarımızdaki potansiyellere göre yapıyor olabilir miyiz? Peki bu durumda, hayat hikayemizi anlatan doğum haritalarımız, HAYATIN GERÇEK TANIMINA NE KADAR YAKLAŞMAMIZA İZİN VERİYOR? Haritamızın bize vaat ettiği deneyimler, mutluluklar, zorluklar, sıkıntılar ne kadar GERÇEK? Sıkı sıkı tutunduğumuz hayat algımız ne kadar GERÇEK?

En önemlisi;  bizler, yaşadığımız hayat deneyimlerini, haritamız öyle vaat ettiği için mi yaşıyoruz, yoksa haritamız sadece hayatı nasıl algılayacağımızI söylüyor ve aslında bizler yaşadıklarımızı haritamızdaki potansiyellerimiz doğrultusunda mı yorumluyoruz?

Evet oldukça karıştı biliyorum. Bu soruların, herkesin haritasındaki potansiyellerine göre farklı cevapları olabilir 🙂

Benim cevaplarıma gelince… Bence aynı gökyüzü ile doğduğumuz an arasında kurduğumuz makro-mikro bağlantılar gibi, hayatımızın gerçeklik algısı içinde de bu tür bağlantılar var; uyurken gördüğümüz rüya ile uyanıkken gördüğümüz rüya gibi…

Ve nasıl ki bilinçaltımız zamansız ve mekansız bir boyutta yaşanan rüyalarımız üzerinde bir etkiye sahipse, doğum haritalarımız da hayat denen başka bir gerçeklik boyutundaki bir tür rüyada aynı anahtar rolü oynuyor. Rüya gördüğümüz sırada, rüyada var olan her şeyin gerçekliğine ne kadar inanıyorsak inanalım, uyandığımızda “rüya gördüm” diyebiliyoruz. Ancak hayat denilen ve çok az bir kısmını kavrayabildiğimiz, bu yüzden bizim için aslında bir tür ilüzyon olan bu yolculukta, yaşadığımız her şeyin GERÇEK olduğunu düşünüyoruz, ancak bu gerçekliği kendi subjektif kapasitemizle yaratıyoruz.

Ve bence haritalarımızı aşmamız mümkün. Çünkü haritalarımız bize o GERÇEKLİK algısını nasıl yarattığımızı anlatıyor. Ama bu subjektif gerçekliğe mahkum olmak zorunda değişiz. Nasıl mı? Öncelikle algılarımızın kısıtlı olduğunu, güvenilir olmadığını, rüyadayken GERÇEK zannettiğimiz birçok hal ve durumun, uyanıkken de GERÇEK ZANNEDİLEBİLECEĞİNİ kabul ederek. Ve elbette yine doğum haritamızdaki potansiyelleri ne yönde kullandığımızı, kendi subjektif GERÇEKLİĞİMİZİ nasıl yarattığımızı çok iyi anlayarak.

Örneklemek gerekirse, T-kare açı kalıbının zorlayıcı etkilerini biliyoruz. Ben de haritasında bu açı kalıbı bulunan ve etkilerini tam da vaat ettiği gibi yaşayanlardan biriyim. Apeksinde güneş olan ve Satürnün karşıt yaptığı Ay-Neptün kavuşumu ile tamamlanan bu yerleşimle ilgili bir süre önce fark ettim ki, bana satürnün zorluklarını yaşatan herkes, benim kendi içimdeki korkularımı, güvenlik ihtiyacımı, kurallarla hayatıma ördüğüm duvarları bana göstermek için gelmiş. Yani aslında bana zor deneyimler yaşatan onlar değilmiş, ben bu deneyimlerde zorlanmışım çünkü satürnün verdiği yetersizlik hissine yenilmişim. Bütün bu satürnyen savunmaların üzerimde yarattığı baskıyla da duygularım tetiklenmiş, ve Neptün bu durumu sisleyip puslayarak durumu idrak edebilmemi engellemiş. Ve yetmiyormuş gibi, bunların hepsi bir olup, güneşimi yani varoluşumu tehdit etmiş 🙂

Bu döngünün acı tadına yeterince baktıktan sonra anladım ki, deneyimlediğim her şey beni bana göstermek içinmiş. Ve yaşadıklarıma geçmişte yüklediğim anlamlar tamamen benim algılarımla ilgiliymiş. Artık satürnüme gülümsüyorum çünkü işini çok çok iyi yaparak, beni korkularımla sınayıp defalarca yüzleştirdi ve aslında bu geçici ve her şeyin mümkün olduğu hayatın içinde zaten hep güvende olduğumu öğretti. Hayat denen ilüzyonda, tutunmaya çalıştığım ne varsa mahrum bırakarak, beni ÖZÜME yaklaştırdı. Bunları fark etmem, Neptünle örtülere bürünmesine rağmen, Ay ile temsil edilen temaları daha farklı ve daha dengeli tanımlamama, ayrıca bu kavuşumun bana sunduğu sezgilere kalbimi açmama sebep oldu. Ve artık sıkışıp, büzülüp ne yapacağını bir türlü bilemeyen BALIK GÜNEŞİM, hayata gülümsemeyi, ne hayat ilüzyonuna kapılarak, ne de bu ilüzyonu yok sayarak, durması gereken yerde durmayı öğreniyor. Belki de artık ben bu T-kareyi aşıyorum, derdin içindeki dermanı görerek, oyunu fark ederek ve ona gülümseyerek 🙂