1900’lü yıllardan beri gelişmekte olan ve 2000’li yılların dünyasına çok önemli katkıda bulunan kuantum fiziğininbize öğrettiği en değerli şeylerden biri, Newton’cu katı madde fiziğinin ardında, atom altı boyuttaki parçacıkların bilinen fizik ve lineer zaman kavramlarımızın dışında kurallara tabi olmasıdır. Bu durum, dünyamıza ve evrene karşı mekanik maddeci bakışımızı tamamen değiştirmiş, bunları bir bütün olarak algılamamıza imkan tanımıştır. Bu görüşe göre Dünya, her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu, zaman ve mekan içine uzanan organik bir şeydir. Yani evren canlı bir varlıktır ve biz bu organizmanın birer parçasıyız, tıpkı gezegenler, düşüncelerimiz ve atom altı parçacıkları gibi. Bu görüş, aslında bizi kadim uygarlıkların dönemlerindeki gibi düşünmeye çekmesi açısından çok önemlidir. Eskiler, dünyayı canlı bir varlık olarak algılarlar, her şeyin bir ruhunun olduğuna inanırlar, kendilerini de bu canlılığın içinde birer daimi varlık olarak görürlerdi. Hiçbir şey sabit ve durağan değildi. Her şey sürekli akıyor, değişiyor ve yeniden doğuyordu. Hiçbir şey tek başına değildi. Her parça, bütünün diğer parçalarıyla ilişkideydi. Halklar, doğanın gelgitleriyle ve gökyüzünün ritmiyle uyum içinde yaşadılar. O dönemlerde bilim, Allah’ın yaratışının ihtişamını ve ilahi düzeni anlamak içindi. İlahi olanla, insani olan arasındaki bağı anlamaya çalışırken, ilahi olanı maddi dünyadan ayrı bir şey olarak görmüyor, tam tersine onu maddi dünyanın içinde deneyimliyorlardı.
16. yüzyılda, “bilimsel devrim” başlığı altında, bütün bu bakış değişmeye başladı. Bu dönemden itibaren artık bilgi, açık soruşturma ve gözlemle kazanılmaya, ancak genel kabul görmüş ilkelerle geçerli kabul edilmeye ve buna ‘bilimsel yöntem’ denilmeye başlandı. 17. yüzyıl sonrasında, filozof ve matematikçi Rene Descartes’le birlikte, bilim kuralı haline gelen beden ve ruhun birbirinden ayrılışı, bilim ile ruhun arasındaki bağı iyice koparmaya başladı. Descartes, zihnin vücudun fiziksel karakterini etkilediğini reddetti. Ona göre fiziksel olan vücut maddeden oluşuyordu, oysa zihin tanımlanmamış, ama açıkça maddeden oluşmayan bir özden oluşuyordu. Bu dönemden sonra, bilim alanında insan bedeni, bir makine gibi görülmeye başlandı.
Benzer şekilde dünyayı bir makine gibi gören Newton’la birlikte, evreni yaşayan, titreşen bir varlık olarak gören dünya görüşü sona ermiş oldu. Yeni görüş bizi, zihnimizin dışındaki dünyayı mekanik, herhangi bir ruhani veya canlı nitelikten yoksun, cansız maddeden ibaret olarak algılamaya sevk etti. Son dört yüz yıldır maddeci bilimin bize aşıladığı ve adeta bir slogan haline gelen “Beş duyuyla algılanmıyorsa, gerçek değildir!” görüşü, bilinç ve ruh gibi cisimsel olmadığı için ölçülemeyen görüngülerin göz ardı edilmesine yol açtı.
Son dört yüzyıl içinde, bilimin ancak her şeyin maddeden yapıldığı fikri üstüne inşa edilebileceği inancını benimsedik. Materyalist bilimsel yaklaşımı, günlük hayatımızda yaşadığımız deneyimleri açıklamadaki başarısızlığına rağmen, geçerli olarak kabul ettik ve onun öngördüğü şekilde düşünerek, bilimsel olmamız gerektiğine ikna olduk. Böyle bir anlayışa dayanmayan her şeyi reddederek, günlük hayatımızın dışına ittik. “Kendini Bilen Evren” kitabında Amit Goswami bunu şöyle açıklıyor: “Bilimsel olmak istiyoruz, bilimsel olduğumuzu sanıyoruz, ama değiliz. Gerçekten bilimsel olmak için, bilimin yeni keşiflerde bulundukça, her zaman değiştiğini hatırlamamız gerek.” Goswami’ye göre, bugün birçok fizikçi, materyalist realizmde bir şeylerin hatalı olduğundan kuşkulanmakta, ama onlara bunca yıldır iyi bir hizmet vermiş olan sandalı sallamaktan korkmaktadır. Materyalist realizmin, modern insanın yaşam niteliği üstündeki olumsuz tesiri sarsıcıdır. Materyalist realizm, hiçbir ruhsal anlamı olmayan bir evren ortaya koyar.(Kaynak: Kendini Bilen Evren, Amit Goswami, Ruh ve Madde Yayınları, sayfa 35, 36).
İlahi düzenden ve insanın gerçek doğasından habersiz bir materyalist bilimsel anlayış bizi ne yazık ki, bunalımın tam ortasına sürükledi. Özellikle batılı anlayış, materyalist bir dünyada yaşadığımız fikrini bilimsel bir görüş olarak kabul etmeye daha hızlı bir yatkınlık gösterdi. Her şeyinmaddeden yapıldığı ve maddenin temel gerçeklik olarak görüldüğü dünyada, maddesel ihtiyaçlar da çabucak çoğaldı ve sürekli daha iyi şeyler elde etme arzusu baskınlaştı. Böylece insani yönlerimizden uzaklaşmaya, maddi hırslarımıza çekilmeye başladık. Halbuki bize ilahi düzene göre yaşamamızı öneren ilahi ve semavi kaynaklarımızda, materyalizmin dejeneresyona, hastalıklara, belalara ve yıkıcı sonuçlara yol açacağına dair uyarılar yer almaktadır. Daha iyi giysiler almak, daha iyi evlerde yaşamak, daha iyi teknolojik araç, gereçler kullanmak konusunda bir yarış içerisinde olmak, geçici olarak tatmin verse de, manevi değerler ve ruhsal gelişimden uzaklaşan insanoğlu, büyük bir boşluk içerisine düşmektedir. Dünyamızın maddeselliğe dayalı olması büyük uyumsuzluk, ekonomik istikrarsızlık, savaş, vahşet, suç, nüfus patlamaları, su ve besin yetersizliği ve çevresel kirlilik ve yıkıma yol açmaktadır.
Ne yazık ki, son birkaç yüzyıldır, daha önceleri evreni canlı bir varlık ve bizi de onun bir parçası olarak gören kadim anlayıştan uzaklaşarak, içinde yaşadığımız dünya ile sıcak bağımızı yitirdik. Günümüz bilimsel paradigmasına göre mekanik olan ölü bir evrende ve dünyada yaşıyoruz ve makinelerde bilinçli deneyime yer olmadığı gibi, niyet, duygu ve ruh da yoktur. İşte, insanı ilahi düzenden kopartan, içinde yaşadığı büyülü dünyasına yabancılaştıran ve artık değişmesi gereken paradigma budur!
Stanford Üniversitesi Madde Bilimi ve Mühendisliği bölümünde profesörlük, metalurji ve katı madde fiziği konusunda Amerikan hükümetine danışmanlık yapmış, Parapsikoloji ve Tıp Akademisi’nin kurucularından olan biri olan Dr. William Tiller, günümüzdeki bilimsel gerçeklik paradigmasının değişmesi gerekliliğine dair önemli bir nedeni şöyle açıklıyor: “Şu andaki paradigmamıza hiçbir bilinç, niyet, duygu, zihin ve ruh biçiminin girmesine izin yoktur. Çalışmalarımız bilincin fiziksel gerçeklik üzerinde çok kesin etkileri olabileceğini gösterdiği için, bu, eninde sonunda bir paradigma kayması olacağını gösterir; bu kayma, bilincin işe katılmasına izin verecektir. Evrenin yapısı, bilincin içeri girmesine izin vermek için şu anda olduğunun çok ötesine kadar genişlemek zorunda kalacaktır.” (Kaynak: Ne Biliyoruz Ki, İnkılap Yayınları).
İnsanoğlunun tekrar kendini hatırlamaya, kendini bilmeye yöneldiği bu önemli süreçte içinde yaşadığı dünya ile kendisini tekrar bütünleştirecek, tüm dünya dinlerini kuşatan ve tüm insanlığın halini anlamak için onlarla çalışan bir bilimsel anlayışa kavuşmak üzeredir.
Sevgi, ışık ve hiç tükenmeyen umutla!
Öner DÖŞER, Büyük Uyanış, Doğan Egmon Yayıncılık, Haziran 2010