İngiliz Edebiyatının en önemli üstatlarından biri olan William Shakespeare, “Hamlet” adlı ölümsüz eserinde insanlığın en önemli sorununu “Olmak ya da olmamak; işte bütün mesele budur.” sözleriyle çok anlamlı, derin ve kalıcı bir biçimde ortaya koyduğunu düşünüyordu. Oysa olmak ya da olmamak sorunu, insanlığın başlangıcından günümüze dek özellikle ilahi kaynaklı bütün dinlerin ön önemli sorunu olmuştur. Bütün İlahi Kitaplara göre insan, evrende, en değerli olan kutsal bir varlıktır; her şey onun içindir. İnsanın kutsal bir varlık olması, içinde, Yaratıcının nefesini bulundurmasından dolayıdır. Bunun anlamı şudur: İnsan, içinde, İlahi Bilgiyi, gizil olarak bulundurmaktadır. Şu halde, insan, evrende en güçlü varlıktır. İlahi plan gereği ona düşen, içindeki ilahi kaynaklı gizil güçleri, eyleme dönüştürmektir. Ama insan, içinde bulunduğu çevrenin etkisiyle, içindeki gizil güçleri, kendisini gerçekleştirmek için kullanacağı yerde, bu güçlerini, kendi dışındakilere yükler. Böylece o, kendi dışındakileri kendi gücüyle güçlendirirken, kendini güçsüzleştirir. Sonuçta kendine yabancılaşır. O, artık kendi değildir; dış dünya ile ilişkilerini artık kendi iradesi ile düzenleyemez. Gücünü yüklediği, ona nasıl hareket edeceğini gösterir. Ama o, kendine yabancılaştıkça da mutsuzlaşır; çünkü o, artık kendi olamamaktadır. Şu halde, o, tekrar kendi nasıl olacaktır? Kendine yabancılaşmaktan nasıl kurtulacaktır?[1] Asıl sorun bu sorundur. Bu sorun dışındaki bütün sorunlar, tali sorunlardır; öyle ki, bu ana sorun çözülmeden diğer sorunların çözülmesini beklemek anlamsızlık olur.
Özellikle ilahi kaynaklı dinlerin, üzerinde durdukları en önemli konunun bu olması asla bir rastlantı değildir. En son vahiy, bu yabancılaşma olgusunu “Şirk” kavramı ile açıklamaktadır. Şu halde, Kur’an-ı Kerim’in büyük bir kısmının bu konu üzerinde yoğunlaşmasına şaşmamak gerekir; çünkü O, bu olguyu, Yaratıcının asla af etmeyeceğini açıkça bildirmektedir. Şirk dışında bütün günahları af edeceğini bildirdiği halde, Yaratıcının, bu günahı af etmemesinin sebebi nedir? Mademki insan içinde ilahi gücü barındıran bir varlıktır, o halde, o, her ne pahasına olursa olsun, içindeki gizil güçleri sadece kendini gerçekleştirmek için kullanmalıdır. Aksi davranışlar, onu, kendi olmaktan, yani, insan olmaktan çıkarmaktadır. Şu halde, insanın insan olarak kalması, kendi olmasına, kendine yabancılaşmamasına bağlıdır. Ancak, insanın insan olması, olmaya devam etmesi son derece güçtür; çünkü kendi dışındaki dünya, onu, o olmaktan engellemek için elinden geleni esirgememektedir. O, öylesine güçlüdür ki, kendi olmak isteyenleri, çok defa, engellemektedir. Ama insan, insan olarak kalmak istiyorsa, bütün engellemelere, hayatı pahasına, karşı koymak durumundadır. Aksi halde insanlığını yitirir; yani ilahi kaynak ile olan bağlantısını yitirir. O, artık, kendi değil yabancılaşmış bir toplumun ürünü olmuştur. Bundan böyle o, artık ait olduğu toplumun kokuşmuş değerlerini savunmaya başlayacaktır. Şu halde sorun, Hamlet’in de dediği gibi: “Olmak ya da olmamak “ sorunudur. İnsan seçimini mutlaka yapmak durumundadır. Olmak yani insan olmak isteyenler, toplumun her türlü dayatmasına rağmen, yılmadan, insan olmanın gereklerini her zaman yerine getireceklerdir. Buna karşılık, aldatıcı ve geçici bir takım çıkarlar karşılığında kendileri olmayı terk edenler de, içinde yaşadıkları düzenin gayri insani değerlerini savunmaya çalışacaklardır. Üzerinde yaşadığımız gezegen, her gün, bu acı gerçeği gözlerimizin önüne sermekte değil midir?
İşte, başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere bütün Kutsal Kitapların indiriliş amacı, insana, sahip bulunduğu gizil güçlerin bilincine varmasını sağlamak, bir başka deyişle, ona ilahi kaynaklı bir varlık olduğunu hatırlatmaktır. Birinci yüzyılın sonları ile ikinci yüzyılın başlarında yaşamış olan en büyük Yahudi din bilginlerinden biri olan Hillel, olmak ya da olmamak sorununu, William Shakespeare’den asırlarca önce, hem de daha anlamlı ve derin bir biçimde şöyle ifade etmiştir:
“Eğer ben benim için değilsem, kim benim için olacaktır?
Mademki ben, sadece kendim içinim, o halde ben kimim?
Eğer ben, şimdi değilse, ne zaman ben olacağım?”
Açıkça görüleceği üzere, Hillel, ilk satırda, insanın kendi olması dışında hiçbir seçeneğinin olamayacağını vurgulamaktadır. İnsan, bu gerçeği gördükten, yani kendinden başka hiç kimsenin kendisi olamayacağı gerçeğini ruhunun derinliklerinde hissettikten sonra, menşei hakkında soru sorar. Ben kimim? İnanan biri için yanıt bellidir: Sen, içinde Allah’ın ruhu bulunan kutsal bir varlıksın!!! O halde sana düşen, Tanrı’nın ruhundan üfleyerek sana yüklediği gizil güçleri, yine O’nun yaratması ile HEMEN ŞİMDİ EYLEME DÖNÜŞTÜRMENDİR… Eğer insan kendini gerçekleştirme sürecini erteler ise, çok geçmeden içinde yaşadığı toplumun ürünü olmaktan kendini kurtaramayabileceği bir sürece girebilir. “Susma, susarsan, sıra sana gelecek!” sloganı bu gerçeği çarpıcı bir biçimde dile getirmektedir. Gönül Sultanımız Yunus Emre’nin döneminde yaşayan büyük bir Hıristiyan Mistiği olan Üstat Eckhard, insanın ben olma sorununu Tanrı ile ilişkilendirerek gündeme getirmiştir:
“Bir insan olmak, benim için, başka insanlar ile paylaştığım bir şeydir.
Görmek, işitmek, yemek yemek ve su içmek bütün hayvanlar gibi benim de yaptığım şeylerdir.
AMA BENİM “BEN” OLMAM YALNIZCA BENİMDİR, BAŞKA HİÇ KİMSEYE DEĞİL, BANA AİTTİR; BAŞKA HİÇBİR İNSANA DEĞİL, BİR MELEĞE DE DEĞİL,-TANRI İLE BİRLEŞMEDİĞİM SÜRECE-, TANRI’YA DA DEĞİL BANA AİTTİR.”
O, bu ilahi yönünü hiç bir zaman unutmamalıdır; çünkü her zaman güçlü olması, bu bilinci içinde canlı tutmasına bağlıdır. Kur’an-ı Kerim, bu süreci “takva” kavramı ile açıklamaktadır. İnsan, kaynağı ile ilgili bu gerçeği unutacak olursa, aşkın boyuttan yoksun kalır ve dolayısıyla çok geçmeden toplumun ürünü olarak kendine yabancılaşır. Gönül sultanımız Yunus, bu gerçeği şöyle vurgular: “Bir Ben vardır bende benden içeri…” Şu halde günümüzün en önemli sorunu, insanın, ilahi kaynaklı bir varlık olduğunun bilincine vardırılması, yani insanın yeniden insanlaştırılması sorunudur. Bu sorunun çözümü, var oluşsal bir çözümdür; çünkü geçmiş zamanların en büyük Psikanalizcilerinden biri olan E. Fromm’un da belirttiği gibi, “Ya Batı Dünyası, üretim ve emeği ülkü edinmek yerine, insanın “insanlığı” sorununu ülkü edinen yeni bir hümanizmayı yaratacak; ya da Batı uygarlığı, kendinden önceki bir çok kültür gibi, yok olup gidecektir.”[2] Artık açıkça görülmektedir ki, uygarlığımızın geleceği, insanın yeniden insanlaştırılması” sorununun çözümüne, yani onun ilahi kaynaklı bir varlık olduğunun bilincine vardırılmasına bağlıdır.
Son Çağrı Kur’an-ı Kerim, içinde ilahi nefesi bulunduran insanın, İnsan-ı Kâmili, oluşturmak için yaratılmış olduğunu çarpıcı bir biçimde vurgulamaktadır:
“Ben, cinleri ve insanları, ancak (üflediğim ruhum vasıtasıyla içlerine yerleştirdiğim) Tanrısal Modelimi oluşturmaları için yaratmış bulunuyorum.[51Zâriyât, 56.]
O halde, ilahi bir varlık olarak bizlere düşen, eğer hala olmadı isek, şimdi kendimiz olmak ve böylece dünyamızda sevginin, barışın, adaletin, dürüstlüğün ve evrensel kardeşliğin egemen olduğu bir dünya oluşturmak için çabalamaktır. Bunun dışında başka bir kurtuluş yolu yoktur. O halde bu gerçeği bir an bile aklımızdan çıkarmayalım!