Wittgenstein: Sessizliğin Görkemi

“Zaman ile uzam içindeki yaşam gizeminin çözümü, zaman ile uzamın dışında yatar.”

Tractatus Logico-Philosophicus, (2013:169)

 

Ludwig Wittgeinstein, dilin ve dünyanın tasarımı hakkında düşünürken, cümlelerini birer tuğla gibi kullanır. Onun kurduğu yapılarda, – bu bazen yaşadığı evin bir odası bazen insan ilişkileri bazen de iki boyutlu bir metindir, söylenemeyen ve gösterilemeyen o şeyin varlığı esas alınmıştır. Günlük konuşma dilinin ve nesnelerin kullanımıyla örülen yaşamın bir tasvirini yapmak ister ya da var olan tasvirin sınırlarını bir sınırsızlığı hissettirecek şekilde çizmek… Fiziksel yapılar gibi dilin sembolize edebilirliğinin de bir sınırı vardır ve gösterilebilir. Bu nedenle sakin cümleleri sabırla yazıldıkları gibi sabırla da okunmak ister ve nihayetinde 20. Yy’ın aynasında kendine -dünyaya bakan insanın sessizliğine bürünür.

“Tanrı ve yaşamın amacı hakkında ne biliyorum? Ben, alabildiğine gizemli olan işte bu Ben. . .”

Cogito 33, (2002: 18)

 

Hitler’le birkaç gün arayla doğan Wittgeinstein’dan bahsederken, bolca, yapıları ve mantık düzenlerini kullanırız. Kanlı canlı hatta soyut olanı anlatan bu kuru ve iskeletimsi göstergeler, Hitler’in resiminde, sanat için fazla hesap edilmiş bir tutuma yol açarken, Wittgeinstein’da dil ile yapılan felsefenin sınırlarının çizilmesine dönüşmüştür. 20. yüzyılın insan yaşayışına yön veren bu krizli yapısını, dönemin, eserleriyle paralel giden hayatların geriliminde incelemek mümkündür ki bugünün insanını kendine yabancılaşmanın ekonomik ve duygusal türevleriyle yüz yüze getiren, kendini anlamak için dönüp dönüp 20. yüzyıla bakmak durumunda bırakan da zamanın bu gelip geçmeyen yönüdür.

Kişi, algıları üzerinde emek isteyen bir çalışma yapmadığı takdirde, kendi biricikliği içinde, belli bir süreyi yaşar ve ölür. Onun sembolize ettiği an ise, ömrü boyunca diğer anlarla ilişkiye girerek birçok üçüncül yapı üretir. Bu üçüncül yapılar, öznellikten çıkılarak, bir nesne gibi kendini incelemeye fırsat verir. Nietzsche bunu, insanın acısıyla arasına giren mesafeyle ifade ederken bahsettiği şey sanat (Venüs) olsa da bu soğuk tutum, daha ziyade bireysellikten çıkıldığı anda gerçekten bireysel olabilmeye; psikolojik tabiriyle kendini gerçekleştirmeye hizmet eder (Satürn).

Bir döneme rengini veren Jüpiter–Satürn ilişkisi, kişisel yaşamın da temel yapısını gösterir. Birey neden buradadır, ne yapacaktır, bunu yapması için onu zorlayan ve rahatlatan etkiler nelerdir. Bir bakıma, “İçinde bulunduğum dönemi, kendi öykümde nasıl işleyeceğim?” sorusuna cevap verirken, tanrıları doğuran Kronos’dan ve yüce Zeus’dan yola çıkılır. Yunan temelli medeniyetimiz için hiç de şaşırtıcı olmayan bu tutum, mitlerde olduğu gibi ilham verici olduğu kadar, o ilhamı gerçekleştirmenin de temel koşuludur.

Wittgenstein doğduğunda yükselen Akrep burcu, yaşamında sürekli hale gelen krizlerin, hem duygusal hem fiziksel anlamda ölümle olan içiçeliğinin başlangıcı durumundadır. Wittgenstein’ı gösteren Mars, Boğa’da başkasının mekânına yerleşmiştir ve onu “feci şekilde Boğa burcu” haline getiren güçlü bir stelyumun içinde yer alır. Başlı başına bu dağılım, şüphe – emin olmak, derin kazmak- üzerine rahatça yerleşmek arasındaki bu çelişkiyi , ben ve dünya arasında yaşadığını gösterir. Düşünsel-duygusal açıdan güvende olmak istediği bir yaşama, şüpheci bir huzursuzlukla yaklaşırken, bu durumu felsefe için bir yöntem, kişisel ilişkileri içinse gerilim teşkil etmiştir.

Akrep’in kısılmış gözlerini, sakin bir estetikle belli bir düzen takip eden 6. evdeki Boğa stelyumuna çevirir. Burası onun bahçesini düzenlediği, sadeliği adeta bir eylem alanına dönüştürdüğü çalışma yeridir. Burada pek çok bitkiyi yetiştirip, sayfalarca yazı yazar ve doğuştan getirdiği mühendislik yeteğeneğini (güney düğüm oğlak), bir tepede kulübe inşa etmekten, evinin anahtarlarına kadar dizayn etmeye vardırır. İster gökyüzünde istersek günlük yaşamda tanıştığımız kişilerde olsun, nadir görülebilecek bir verimliliktedir bu 6. ev. Yine de o felsefenin üzerine en çok yazılan çocuklarından biri olmasına karşın, yalnızca bir kitap yayınlamıştır sağlığında. Akrep’in yıkma/yok etme dürtüsü (Mars), yaratma ve verimliliğin Boğa’sına yerleşirken, kader hattını gösteren ay düğümleri de yine bu düzeni vurgulayacak şekilde 2-8 eksenine yerleşmiştir; 2. ev (Boğa’nın evi), sahip olmak ve korumakla ilişkiliyken, 8. eve doğru gidildiğinde bu sahip olunan değerler hırpalanmaya başlar ve son kertede başka bir şeye dönüşür; Burası Akrep’in evidir ve ölümün her anlamda tanınması gerekir. Ay düğümleri bu hatta yerleştiğinde, kişinin yaşamı, Ay ve Güneş’in eksenleri uyarınca, pek de nazik olmayan biçimde değişecek, denilebilir. Ben ve ötekini temsilen Venüs ve Mars, haritanın en güçlü gezegenleridir ve köşe evde yerleşerek vurgulanmıştır.

“Benim tümcelerim şu yolla açımlayıcıdırlar ki, beni anlayan, sonunda bunların saçma olduklarını görür, onlarla—onlara tırmanarak—onların üstüne çıktığında. (Sanki üstüne tırmandıktan sonra merdiveni devirip yıkması gerekir.) Bu tümceleri aşması gerekir, o zaman dünyayı doğru görür.”

Tractatus (2013:173)

 

Haritanın kökünü gösteren 4. evi Balık burcu kesmektedir; yöneticisi Jüpiter, babasını ve genetik mirası sembolize ederken, maddi ve manevi kaynaklar evine yerleşmiştir. Oğlak’taki Jüpiter, güney düğümle birleşerek, ruhun geçmişine ithafen bu radikaliteyi güçlendirmektedir. Yahudi köklerinden gelen dinsel hissiyatı, Oğlak’ın yapısalcılığı ve inşa etmedeki becerisi tek bir göstergede – tam da Wittgenstein’ın katılacağı tarzda, vücut bulmuştur. Ona göre; “Nesne yalındır. Nesneler dünyanın tözünü oluştururlar.” Bir tek anın kendini defalarca açımlaması gibi, bir tek cümle de defalarca açımlanan bir gerçeği karşılamak için kullanılır. Bu yönüyle dil, nesneler; tasarımı oldukları şeyi –hakikati karşılayamazlar ancak var olan gerçeklik yine de yola çıkılabilecek tek yerdir.

Varlığın elle tutulur yönü Toprak’ın baskın olduğu haritayı kullanarak, görünmeyen hakikati açımladıkça açıkladığı eseri Tractatus’da bu somutluk, kuzey düğüm Yengeç’in akışkan ve görünmez dinamiğine fırsat veren bir görünmezliğe ulaşır;

“Dünyanın nasıl olduğu, yüksek olan için hiç farketmez.

Tanrı kendisini dünyanın içinde açığa vurmaz.

Olguların hepsi yalnızca verilen ödeve aittir, ödevin yerine getirilmesine değil.

Dünyanın nasıl olduğu değildir gizemli olan; olduğudur.”

Tractatus (2013:171)

Babası ona hayat veren kişi olarak dünyadaki maddi varlığının kaynağıdır (Jüpiter Oğlak) aynı zamanda yaşamsallığını aşağı çeken bir otorite olarak hayatiyetini zayıflatmaktadır. (Güney Düğüm kavuşum). Annesi ise Merkür’le doğum anına yansımış; babasının gölgesinde kalan (Güneş’den yanık) bir sanatçıdır. (Venüs’le kavuşum.) Tüm bunlar hastalıkları ifade eden 6. evde durmakta; yaşam veren ailesinin onu hasta eden niteliğini göstermektedir. Kuzey düğüm Yengeç’i yöneten Ay’ın 4. evdeki yerleşimi de bu mirasın gittikçe dönüşerek yine köklere hizmet ettiğini göstermektedir. Böylece yaşamın kaynağı onun sonuyla vücut bulurken, söyledikleri söylenemez olanla ilişkisinde vardır. Bu çelişik yapı biricik yaşamının, eserlerinin ve eylemlerinin dinamiği olarak, Tractatus’da da ortaya çıkar;

“Yaşam sorununun çözümü, bu sorunun yokolmasında görülür.

(Bu yüzden değil midir ki, uzun şüphelenmelerden sonra yaşamın anlamının açıklık kazandığı insanlar, sonradan bu anlamın nerede bulunduğunu söyleyememişlerdir.)”

(Tractatus 2013:171)

Ay, haritanın 4. evinde; sevdiği evde ve sevdiği burçlardan birindedir ancak anaretik derecede yerleşerek yine krizlerin yaşanacağını göstermektedir. Bu durum hem ana göstergesi hastalık evinde olan annesinin sağlıksız yapısını vurgulamakta hem de duygusal krizlerin aile yaşamı ve duygudurumundaki belirleyiciliğini anlatmaktadır. Ay’ın yöneticisi Jüpiter olduğu için, tüm bunların ruhsal olarak yanında getirdiği ve yaşamında kişiler/olaylar olarak tezahür eden bir enerji-nitelik paketi olduğu söylenebilir.

Jüpiter’in yöneticisi Satürn, felsefeyi – Tanrı karşısındaki tutumu gösteren 9. eve yerleşmiştir. Jüpiter ve güney düğümün yöneticisi olarak, geçmişten gelen bu bilgilerin felsefi-dinsel yönünü bir kez daha vurgulamakta, kriz yaratan bir ilişkiyle (150 derece), sahip olduğu kaynakları dönüşmeye zorlamaktadır. Bu durumu kimi zaman yetersiz ve gülünç bulduğu Cambridge çevresiyle olan kavgalı ilişkisinde somutlaşır. 9. evdeki aslan Satürn’ü felsefi ödevinin arkasında, hizmet vererek aydınlatan kendi kimliğine işaret etmektedir. (6. ev Güneş)

Hayat (Güneş) onun için hastalıkla (6. ev) mümkündür. Ego, vazgeçişle… Sahip olmak, başkasına vermekle, kendisi olmak, başkası olarak kendisine bakmakla mümkündür.

“Diğer adamlarla ilişkim garip biçimde değişti. Karşılaştığımızda doğru olan şeylerin hepsi şimdi yanlış, çok umutsuzum.”

Cogito 33, (2002:18)

Günümüzde hala akademi kürsülerinde tartışılan bu 9. ev Satürn’ü, doğduğu anın köklerine inen niteliğiyle, zamanın akıp giden hareketini, kendini tekrar doğuran bir döngüselliğe bağlamıştır. Başka bir incelemenin konusu olmakla birlikte aynı durum Hitler için de söz konusudur. Biri elindeki herşeyi veren, diğeri ise herşeyi kendinde toplayan bu iki enerji, Boğa’nın varlığı somutta görme ve soyutta görme durumuna da örnektir. Kütle, enerjiye eşitlenildiğinde, madde-ötesi çalışmalara önem veren Hitler, kütle ile derdekalıp, kendi niteliğini dünyanın tasvirinde gördükçe yok etme yönünde eyleme geçmiş, psikolojik açıdan direnç göstermiştir. (Boğa) Wittgenstein ise dönüşümü duygularında yaşayıp, düşünsel bir düzleme yaymış, metafiziği mantık iskeletinde şifrelemiştir.  

“Dine bağlı bir insan değilim ama her sorunu dinsel bir açıdan görmekten kendimi alamıyorum”cümlesi, Satürn’ün bu belirleyiciliğini somutlaştırsa da hakikati söylenemeyene atfetmekle kalır.

“Üzerine konuşulamayan konusunda susmalı.”

Tractatus, (2013: 173)

 

Tüm kişisel gezegenleri ve ay düğümleri yin enerjiyle çalışan Wittgenstein, babasından kalan maddi serveti reddederek (2. ev güney düğüm, jüpiter) başkalarına vermeyi seçmiştir. (8. ev kuzey düğüm yengeç.) Onun bu reddi maddi bir vazgeçişten çok, köklerinden gelen bilgiyi – varlığı dönüştürerek, Dünya’nın hizmetine açmakla ilgilidir. Gönüllü hizmet ettiği Dünya Savaşı sonrasında, köy öğretmenliği yapmayı seçerek, tüm yaşamını üretmeye adayan Wittgenstein’ın verdiği emekler, sahip olduğu görev bilincinin etkinliğiyle bugün de  üretime katılmaya devam etmektedir.

“Görüş alanımız nasıl sınırsızsa, yaşamımız da tıpkı öyle sonsuzdur.”

Tractatus, (2013:169)