İnsanın toplumsal boyutunu iyice anlayabilmek için Alex Carel’in deyimiyle insan denen bu meçhulün doğru olarak anlaşılabilmesi çok büyük bir önem arz eder. Eğer biz onu doğru bir biçimde anlamak ister isek onu iki boyutta ele almamız gerekir. Nitekim Kur’an-ı Kerim de İbn Arabî ve onu izleyen Sufilerden çok önce insanı Ontolojik (kevnî) ve Ferdî olmak üzere iki boyutta ele almıştır.
I.Ontolojik (Kevnî) Boyut
Bu boyutta insan, Tanrı’nın bizzat iki eliyle yarattığı[1] ve Ruhundan üflediği[2]Adem prototipidir. Tevrat’a[3] ve Kutsî bir hadise göre Tanrının Sûretidir: Imago Dei. Bu boyutta insan, Tanrı’nın Nefesini içinde barındırdığı için evrendeki bütün varlıkların en üstünüdür. O, Allah’ın halifesi olan kutsal bir varlıktır[4]. Bu yüzden Allah’ın kutsal kıldığı bu cana kıymak bütün insanlığı öldürmek, ona can vermek ise bütün insanlığa can vermek olarak kabul edilmiştir[5]. İbn Arabî’ye ve onu izleyen Sufîlere göre insan, Hakk’ın Sûreti (İmago Dei) üzerine yaratılmış olması hasebiyle, alemdeki bütün varlıkların en kamilidir. Bu düzeyde “insan” bizatihi kamildir; insan burada “İnsan-ı Kamil”dir. Bu anlamda İnsân-ı Kamile: alemin kamil bir icmali (yani zübdesi ya da hülasası), bütün Varlık Alemi’nin gerçek ruhu, alemde tecelli etmiş olan ne varsa hepsini kendinde cem eden bir varlık nazarıyla bakılır. Kısacası, bu düzeyde insan Alem-i Sağir’dir (MikroKozmosdur).[6] Kur’’an-ı Kerim bu hususu şöyle vurgulamaktadır: “Yeryüzünde ve kendinizde gerçekleşecek hiç bir olay yoktur ki, Biz onu varlığa getirmeden (yaratmadan) önce, bir Kitap’ta olmasın! Bu, Allah’a göre çok kolaydır. O halde, yitirdikleriniz için üzülmemeniz ve size verdikleri ile de şımarmamanız için, (bu gerçeği hiç bir zaman aklınızdan çıkarmayın!) Allah, kuşkusu, kendini beğenip övünen hiç kimseyi sevmez.!”[7] Açıkça görüleceği üzere, gerek yeryüzünde gerekse insanlarda meydana gelebilecek her türlü olay, insanın ortak bilincinde gizil olarak programlanmış bulunmaktadır. İbn Arabî bu gizil güçleri Ayân-ı Sâbite olarak adlandırmaktadır. A’yân-ı sâbite, İbn Arabî’den çok önce muhtelif din ve felsefelerde ya da çeşitli kelâm ekollerinde kullanılan bazı ıstılah ve ibârelerle muhtevâ îtibârıyla yakınanlamlar taşısa da Afîfî’nin vurguladığı gibi ilk kez İbn Arabî’nin kullandığı bir kavramdır[8]. O, bu kavramla, maddî âlemdeki bütün görünür varlıkların, somut bir varlık haline gelmeden önce Zât-ı İlâhî’deki kuvve/sübût halindeki bulunuşlarına işâret etmek ister.[9] Bu îtibârla İbn Arabî’nin bazen “mahiyet” diye de isimlendirdiği “âyân-ı sâbite”, Hakk’ın sonsuz isimlerinden her birinin ilm-i ezelîdeki sûretlerinden ibârettir. İlâhî isimlerin hariçteki sûretlerine ise mezâhir denir[10]. Hissî âlemde zuhûr eden her bir mahlûkât bu sabit özleri ne ise ona göre vücûd kazanır; her bir mahlukât sübût’unda ne isevücûd’unda da o şekil üzere zuhûr eder[11]. Biz, Afîfî’nin aksine, İbn Arabî’nin “âyân-ı sâbite” kavramını biraz önce zikretmiş olduğumuz Kur’ân ayetinden almış olduğunu düşünüyoruz. Bununla birlikte C.G. Yung, Ortak Bilinç Dışı kavramını İbn Arabî’den almıştır. Jung ile birlikte Batıda Psikoloji, Allah ile bağını kurabilmiştir. Böylece o, Levh-i Mahfûz’da korunan bilgileri insanın Ortak Bilincine indirmiştir. Bunun anlamı şudur: Dışarıdan gelen hiçbir şey yoktur. Her şey insanın içindedir. İşte içimizdeki bu gizil güçler, Yüce Allah’ın an be an sürekli bir biçimde yaratmalarıyla[12] fenomen aleminde eylemler olarak tezahür etmektedirler. Ontolojik boyuttaki Kâmil İnsanın özelliklerini öğrendikten sonra, Fenomenler alemindeki, yani toplum içindeki insanın konumunu incelemeye geçebiliriz.
II. Ferdî Boyut
İnsanın Ferdi boyutuna gelince; insan bu boyutta fenomenler dünyasındaki insandır ve varoluş amacı, özünde olan Üstün İnsanı oluşturmaktır. Ona düşen içindeki gizil güçleri, Yaratıcı’nın yaratmasıyla birlikte eyleme dönüştürmektir. Kur’ân-ı Kerim bu hususa dikkatlerimizi söyle çekmektedir: “Ben, cinleri ve insanları, ancak (üflediğim ruhum vasıtasıyla içlerine yerleştirdiğim) Tanrısal Modelimi oluşturmaları için yaratmış bulunuyorum[13].” Ayet-i Kerimeyi mevcut çevirilerden farklı çevirdiğimiz hemen göze çarpacaktır. Çünkü hemen bütün dillerdeki çeviriler söz konusu ayet-i kerimeye şu şekilde çevirmede neredeyse görüş birliğine varmışlardır: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” Bizim çevirimizin farklı olmasının nedeni, ABD köküne gerçek kök anlamı olan, “Yapmak, yaratmak, meydana getirmek, çalışmak” anlamlarını vermiş olmamızdır.[14] Yeri gelmişken belirtelim ki, birçok değerli bilim adamı, elimizdeki mevcut sözlüklerin, ne kadar geriye gidebilirlerse gitsinler, bize Hz. Peygamber zamanındaki Arapçayı veremediklerini ifade etmektedir. Karşılaştırmalı Sami dillerinde yapılan araştırmalar, yirmiyi aşan Akkadça, Babilce, Asurca, Aramice, İbranice ve Habeşçe gibi Sami Dillerinin Prototipi olarak Arapçayı göstermektedir. Bu dillerde yapılan karşılaştırmalı art-süremli araştırmalar bize Hz. Peygamber zamanındaki Arap dilini verebilmektedir. Sufiler, ayette geçen ABD köküne “bilme” anlamını vererek, Allah-insan ilişkisini kölelik boyutundan çıkarabilmişlerdir: “Ben, cinleri ve insanları Beni bilsinler diye yarattım.” Ayette geçen “Beni” zamirini Kur’an-ı Kerim’in bütünlüğünü göz önünde bulundurarak “Tanrısal Model” olarak çevirmenin Kur’an’ın ruhuna daha uygun olduğunu düşünüyorum. Kur’an’a göre Allah-insan ilişkisi köle efendi ilişkisi değildir; Allah-insan ilişkisi sevgi ilişkisidir. Ayetin o şekilde anlaşılmasının nedeni toplumsal yapıdır. Toplumsal yapıda söz konusu olan, geçmişte olduğu gibi bugün de, köle-efendi ilişkisidir. İnsanlar, bu çarpık ilişki biçimini, Allah-insan ilişkisine de yansıtmakta gecikmemişlerdir. Tanrı’nın bizzat iki eli ile yarattığı, Ruhun’dan üflediği, halifesi kıldığı ve bu yüzden de göklerde ve yerde olan her şeyi emrine verdiği insan nasıl olur da köle olarak algılanır? İnsanın içinde yaşadığı toplumda her zaman kendini gerçekleştirmesi kolay olmamaktadır. Toplumsal yapı, çoğu kez, bireyin kendisini gerçekleştirmesini engelleyen bir yapıda da olabilir. Çoğulculuğa karşı indirgeyici toplumsal yapılar, çoğunlukla bireyin kendini gerçekleştirmesini ve kendi olmasını engellerler. Bu takdirde kendini gerçekleştiremeyen, yani içindeki gizil güçleri eyleme dönüştüremeyen insan Tanrısal özüne, kendine, yabancılaşır. O, artık kendisi değil, içinde bulunduğu toplumun ürünü olur. Özellikle dini kurumlar, adları ne olurlarsa olsunlar, tarih boyunca, çoğu kez, sevgi, barış ve kardeşlik kaynağı olacakları yerde yabancılaşma kaynağı olmuşlardır. Kendi dışındakilere saygı ve sevgi ile yaklaşmayan, çoğulculuğu savunmayan bir din, asla hidayet kaynağı olamaz; ancak bir yabancılaşma kaynağı olur. Çünkü Yaratıcımız, insanlığın ruhsal olarak gelişebilmesi için tek bir din, tek bir kurum istememektedir. Kur’ân, insanlığın gelişmesi için zorunlu olan çoğulcu yapıya birçok ayet-i kerimede etkileyici bir vurgu yapmaktadır. Burada birini zikretmekle yetiniyoruz:
“Biz, her biriniz için, bir şeriat ve bir yol belirledik. Eğer Allâh dileseydi, sizi tek bir ümmet kılardı. (Böyle bir şeyi dilememiş olması), size verdikleriyle sizi dememek (istemesinden) dolayıdır. O halde, (her biriniz) hayırlı işlerde birbirinizle yarışın; hepiniz dönüşü Allâh’a olacaktır. O, (kıyamet gününde) hakkında ayrılığa düştüğünüz konularda size (gerçekleri) bildirecektir.[15]”
Din, şekil ötesine geçmek, ruha hitap etmek durumundadır. Kuru ve anlamsız şekle dönüşmüş ritüellerin Allah nazarında hiçbir değeri yoktur[16]. Allah katında değerli olan, samimi ve içten olan ibadetlerdir. Şurasını hiçbir zaman unutmamak gerekir ki, Kur’ân’a göre gerçek din hiçbir zaman, adları ne olurlarsa olsunlar, dış dünyadaki kurumsallaşmış dinler değildir. Kur’an’a göre gerçek din İnsan Doğası’dır. Yüce Yaratımız bu gerçeği şöyle vurgulamaktadır:
“Sen, yüzünü, batıl olan her türlü inancı reddederek, kararlı bir biçimde dine, Allah’ın insanları kendisine göre yarattığı doğaya, yönelt; çünkü Allah’ın yarattığı doğada hiçbir değişiklik yoktur. İşte gerçek din, insanları çoğu bilmese de, budur.[17]”
Bu ayet-i kerime, bizi gerçek dini dışarıda değil de içimizde aramamız gerektiğine dikkatlerimizi çekmektedir. Bu yüzden, “Onlar ne fetva verirlerse versinler, sen yine de kalbinin sesini dinle!” diyen Sevgili Peygamberimiz bu gerçeği ne güzel ifade etmektedir. Bir şairimizin şu sözü ne kadar anlamlıdır: “Öğretmeni Allah olan yegane okul vicdandır”. Kur’an-ı Kerim’in üzerinde durduğu en temel konulardan biri de İnsanda Allah bilincinin canlı kalmasını sağlama sorunudur. İnsan, ilahi yönünü hiç bir zaman unutmamalıdır; çünkü her zaman güçlü olması, bu bilinci içinde canlı tutmasına bağlıdır. Kur’an-ı Kerim, bu süreci “takva” kavramı ile açıklamaktadır. İnsan, kaynağı ile ilgili bu gerçeği unutacak olursa, aşkın boyuttan yoksun kalır ve dolayısıyla çok geçmeden toplumun ürünü olarak kendine yabancılaşır. Gönül sultanımız Yunus, bu gerçeği şöyle vurgular: “Bir Ben vardır bende benden içeri…” Şu halde günümüzün en önemli sorunu, insanın, ilahi kaynaklı bir varlık olduğunun bilincine vardırılması, yani insanın yeniden insanlaştırılması sorunudur. Günümüzde ön plana çıkan kavramlardan biri de Ruhsallık kavramıdır. Bazı düşünürler, kurumsallaşmış dinlerin dışında da insanların dindar olabileceklerini savunmaktadırlar. Kanaatimce bu düşünce, gerçek dini insan doğası kabul eden Kur’an-ı Kerim’in ruhuna uygun bir düşüncedir. Nitekim Kur’an, kurumsallaşmış hiçbir dine mensup olmayanları da Kurtuluş kapsamına sokmaktadır:
“İnananlara, Yahudilere, Hıristiyanlara ve Sâbiîlere gelince; kuşkusuz ki, bunlardan her kim Allah’a ve ahiret gününe inanır ve yararlı iş yaparsa, (iyi bilin ki,) bunların ecirleri Allah katında olacaktır: Bunlara korku olmayacaktır: Bunlar üzülmeyeceklerdir de.[18]”
Burada Sâbiîn kelimesi üzerinde önemle durmak gerekir. Birçok düşünür, bunları yıldızlara tapanlar olarak görme eğilimdedir. Kanaatimize göre bu görüş yanlıştır; çünkü bu durum onları müşrik konumuna sokar. Bize göre kelimenin etimolojisinden ve Kur’ân’ın bağlamından hareketle şöyle bir sonuca ulaşmak mümkündür: Sâbiîn kelimesinin türediği SBE kökü, “bir dinden çıkıp başka dine girdi” anlamında kullanılır. Müşrikler, halkının dinini terk edip yeni bir din benimsedi diye Hz. Muhammed’e “Sâbiî” diyorlardı.[19]Diğer taraftan Sâbiîn kelimesinin Hristiyanlardan sonra gelmesi, bunların vahiy geleneği dışındaki kimseler olma ihtimalini de güçlendirmektedir. Nitekim büyük Müfessir İbn Abbâs, Sâbiîlerin kendilerine vahiy ulaşmamış kimseler olduğunu söylemiştir. Şu halde Sâbiîlere vahiy dışında Allah inancına ulaşmış kimseler olarak bakabiliriz. Bu durumda İlahî hiçbir dine mensup olmayan kimseler de kurtuluşa erebilirler; yeter ki Allah’ın bunun için ön gördüğü insan doğası ile ilgili şartları yerine getirsinler.[20]
Şu halde bütün çabalarımız, Yaratıcımızın izniyle ve yardımıyla, içinde sevgi, kardeşlik, adalet ve barış gibi ruhsal değerlerin karanlığın üstesinden geleceği, kadınların ve erkeklerin, içinde Yüce Yaratıcımızın İlahî nefesini barındıran Üstün İnsanı oluşturmak için birlikte çalışacakları yeni bir dünya oluşturmaya yönelik olmalıdır. Eğer böyle bir yeni dünya gerçekleştirmek istiyorsak, artık yavaş ama emin bir şekilde dinlerin indirgeyici ve sınırlı dar kalıplarından ruhsallığın sınırsız, engin boyutlarına doğru yelken açmamız gerekir. Ortak geleceğimiz, Ruhsallığa, yani Allah ile doğrudan bağ kurmamıza bağlıdır; çünkü bizler, Chardin’in muhteşem ifadesiyle, ruhsal deneyimler yaşayan insanlar değiliz: Bizler, insani deneyimler yaşayan Ruhsal varlıklarız. Bu gerçeği hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayalım.
[1] 38 Sâd,75.
[2] 32 Sâd,72;32es-Secde,9;15el-Hicr,29.
[3] Tekvîn 1:26-27.
[4] 2el-Bakara,30.
[5] 5el-Mâide,32.
[6] See, Toshihiko Izutsu, Sufism and Taoism, A Comparative Study of Key Philosophical Concepts, p. 218, London, 1984
[7]57 el-Hadîd, 22-23
[8] Bkz., Afîfî, Mystical Philosophy, s. 47;
[9] Bkz., İbnü’l-Arabî, Fusûs, s. 76.
[10] Afîfî, Mystical Philosophy, s. 47.
[11] Bkz., İbnü’l-Arabî, Tenbîhât, s. 44. Zikreden: Mustafa Çakmaklıoğlu, Muhyiddin İbnü’l Arabi’e Göre Dil- Hakikat İlişkisi-Marifetin İfadesi Sorunu, Doktora tezi, Ankara, 2005, s.306-307.
[12] 10Yûnus, 34; 27en-Neml, 64; 29el-Ankebût,19; 30er-Rûm, 11.
[13] 51Zâriyât,
[14]Bkz.,Nermin Akça, Vahiy Sürecinde ABD Kökünün Semantik İncelenmesi, basılmamış Doktora tezi, Ankara 2004.
[15] 5el-Mâide,48. Yine bkz. 2 el-Bakara,148.
[16] 107el-Mâûn, 4-7.
[17] 30er-Rûm,30.
[18] 2el-Bakara,62. Yine Bkz, 5el-Maide,69
[19]İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab,I,107-108, Beyrut, tarihsiz.
[20] İbn Kesîr, Tefsîru’l Kur’ânil-Azîm, I,149, Kâhire, tarihsiz.
Aşağıda makalenin İngilizce yazılmış orijinalini okuyabilirsiniz…
HUMAN MIND IS POISED FOR HIGHER EVOLUTION
TO GROW IN A MULTI-DIMENSIONAL TRACK
Prof. Dr. Salih Akdemir
If we want to understand the very human being correctly, I think of special importance to consider man on two different dimensions. Unless we keep this very basic distinction in mind, we shall be easily led in to confusion. We see clearly that the Qur’an, even before Ibn Arabî and those who follow him, consider man on two different dimensions:Ontological dimension and individual dimension.
I- Ontological Dimension
‘Man’ on this dimension is the prototype of Adam whom God has created with his own two hands[1] and breathed into him of His Spirit[2]. According to The Thora[3] and to a Divine Tradition he is God’s image: Imago Dei. ‘Man” on this level, having the Spirit of God in him, is the most perfect of all beings of the worlds. For the great mystic Ibn Arabî and his followers, ‘man’ is the Perfect Man (al-insân al- Kâmil), for he is the Imago Dei. Here ‘man’ himself is perfect; ‘man’ is the Perfect Man. The Perfect Man in this sense is ‘man’ viewed as a perfect epitome of universe, the very spirit of the whole world of Being, a being summing up and gathering together in himself all the elements that are manifested in the universe. ‘Man’ is, in short, the Microcosm[4] . The Qur’ân stresses on this point: “No event can happen on earth or in yourselves, but it is in a written Book (as Permanent Archetypes ) before We bring it into existence: That is truly easy for Allah[5].” We can easily infer from this verse that all events that will happen on earth as well as in ourselves, exist in our collective unconscious potentially: In potentu. Ibn Arabî calls these potentialities as “a’yân- thâbita” which Affifi has translated as “The fixed Prototypes” or “The latent realities of things[6]”; whereas Toshihiko Izutsu[7] renders this term as “Permanent Archetypes”which is more suitable for it. According to Ibn Arabî, “The things of the Phenomenal World, before coming in to concrete existence, were in state of potentiality in the divine Essence of God, and were, as ideas of His future “becoming”, the content of His eternal knowledge, which is identical with His knowledge of Himself. God revealed Himself to Himself in a state of self-consciousness (not at any point of time) in what Ibn Arabî calls God’s First Epiphany or Particularisation (al ta’ayyun al awwal) in which He saw in Himself and for Himself an infinity of these a’yân as determinate “forms” of His own Essence, forms which reflected and in every detail corresponded to His own eternal ideas of them[8].
Ibn Arabî describes the actualization of permanent archetypes in terms of the Qur’ânic concept of ‘new creation’(al-khalq al-jadîd). It is by the process of ‘new creation’ that man is allowed to achieve his higher evolution. What Al-Qâshânî, one of the famous commentators of Ibn Arabî, says on the ability of “man” for higher evolution, is worthy of noting: “One of the most miraculous things about man is that he is in a perpetual state of evolution with regard to the modes of the ‘preparedness’ of his own archetypal essence… For all the modes of the archetypes are things that have been known to God (from eternity), permanently fixed in potentiality, and God brings them out to actuality incessantly and perpetually. And so He goes on transforming the possibilities (isti’dâdât, lit. ‘preparednesses’) that have been there uncreated, into infinite possibilities that are actually created. Thus every thing is in the state of ascending at this very moment because it is perpetually receiving the endlessly renewed ontological (wujûdiyah) Divine self-manifestations, and at every self-manifestation the thing goes on increasing in its receptivity for another (i.e, the next) self-manifestation. Man, however, may not be conscious of this because of his eyes being veiled, or rather because of the veil being extremely thin and fine. But he may also become conscious of it when the self-manifestations take on the forms of intellectual, intuitive, imaginative, or mystical experiences[9].
It follows clearly from what has been said that Ibn Arabî took his theory of“Permanent Archetypes” directly from the verse sited above as well as of “new creation” from other verses even by altering the meaning of them as remarked it clearly T. Izutsu.[10] It appears that C.G.Jung, one of the most important psychologists, took his collective unconscious theory from Ibn Arabî. The difference between them is that Jung placedPermanent Archetypes in the collective unconscious of an individual man. With him Western Psychology has realized the connection to God. From now on man knows very well that he has all that he needs in his/her collective unconscious.
II- Individual Dimension
‘Man’ on this dimension is a man of Phenomenal World. The aim of his very existence is to actualize Permanent Archetypes which are in his/her collective unconscious. Qur’an emphasis on this aim: “I created the Jinn and humankind only so that they may realize (My Divine Model which I placed in them through My Spirit that I breathed.)”[11]. It is not easy to see that my translation is so deeply different from other translations which are generally as follows:
YUSUFALI: “I have only created Jinns and men, that they may serve Me.”
PICKTHAL: “I created the jinn and humankind only that they might worship Me.”
SHAKIR: “And I have not created the jinn and the men except that they should serve Me.” As for the Sufis, they translated in this way: I created the jinn and humankind only that they may know Me.”
Eminent scholars nowadays stresses on the fact that our dictionaries of Arabic Language, whatever ancient they may be, are not able to give us the language of the Prophet’s time. The reason is that owing to the change of the sense of the Arabic roots which occurred in course of the time. In this respect the study of Comparative Semitic Languages enables us to discover the very meaning of the Arabic roots as they were in the Prophet’s time by using the method of diachronic semantic. The doctorate on the root ABD, directed by me[12], gives us the meaning of the root as ‘to do, to make, to create, to realize and to work’. I translated (Me) as My Divine Model by taking into consideration the very context and the wholeness of the Qur’an.
‘Man’, to be ‘Man’, must actualize himself. However it is not always easy for him to do this, since the society in which he lives does not allow him to be himself. As he fears to be excommunicated, he ceases to actualize himself, to be himself. He becomes estranged to himself and of course to God. So, to become ‘man’, ‘man’ needs a society which will not prevent him from being himself, but on the contrary, will facilitate him to be himself. The Society we need to be ourselves, must be a society that will respect ‘man’ as a ‘man’, whatever be his race, color, belief, and condition he is in. The Society that will be able to realize all these conditions will have to be a pluralistic, multicultural society as Our Creator demands us to realize: ” To each is a goal to which God turns him; then strive together (as in a race) towards all that is good.”[13] ”To each among you have we prescribed a law and an Open Way. If God had so willed, He would have made you a single community; but (His plan is) to test you in what He has given you: so strive as in a race in all virtues. The goal of you all is to God.”[14] As we see clearly, “God Himself did not want to set up a single World Religion. We need not, therefore, lose our sleep on this account. What then should the attitude of a follower of one religion be towards other religions? All the prophets and messengers have suggested that we extend full respect and adoration to them and should, on no account, be critical towards them.”[15]
Religion must pass over the formalism and address directly to the spirit. So religion should not be reduced to ritualism. It is very crucial to not forget that God takes only into consideration what is on our heart. We should also emphasize on the very fact that the true religion, according to the Qur’ân , is the human nature, not the institutionalized religions, whatever may be their names: “So set your face -by denying all fault beliefs- for religion, that is, for the nature of Allah in which He created men . There is no change in the human nature which Allah created. That is the true religion, in spite of the fact that most men do not know.”[16] That is why Our Prophet says repeatedly: “Consult your heart “ One of our poets also adds: “The only school whose teacher is God is the conscience, the heart. Since our nature is true religion, it must be a spiritual one. So what does “spirituality” mean? It means to surrender to God's Will (Islâm). For self reliance is good. Dependence on God is far better. But when we offer our surrender to God's Will, and when God's Compassion accepts our surrender, this is by far the best. We say that we love God. If we really love God, then we have to serve God in humanity. In order to serve humanity, we must liberate ourselves from vital depression, mental suspicion and psychic disintegration. We have to be fully ready to love humanity even though humanity misunderstands us.[17] This leads us to question whether spirituality, out of especially the institutionalized religions, may bring the salvation ? First of all we must emphasize on the fact that the Qur’ân specifies without any doubt that the salvation does not depend at all on our wills, whoever we may be![18] It depends only on God’s will. By relying on the verse we are going to cite, some thinkers are of opinion that those who believe in God and in here-after and do good deeds will attain to the ultimate salvation: “Those who believe, those who are Jews, and Christians, and Sâbiînes – whoever of them believes in Allah and the Last Day and does good deeds – surely their reward will be with their Lord, and there shall no fear come upon them neither shall they grieve”.[19] The translations almost in all languages render the word “Sâbiîne” as “Sabaeans “ In my opinion this translation is not a correct one, since it is against the root meaning. “Sâbiîne” word is derived from root SBE which means namely ‘to leave the religion of his people..” That is why Pagan Arabs called the Prophet Muhammad as ‘Sâbiî” because of his leaving the religion of his own people.[20] As far as the “Sâbiîne “is concerned Ibn Abbâs, the first and the most famous commentator of the Qur’ân, argues that they are those to whom revelation did not reach.[21] It is then possible, following him to say that they are believers out of the revelation tradition. So we can also say that those who do not follow any religion of revelation may attain to the salvation provided that they may fulfill the conditions of their natures, the only True and Spiritual Religion. So let us do our best so that we may create, by permission and help of Our Creator a new world where spiritual values such as, love, friendship, justice and peace will prevail over the darkness and where men and women will work hard together to actualize the ‘Perfect Man’ who keeps in Him the Spirit of Allah. If we want to realize this new world, we will have to move slowly but surely from the narrow confines of religions to the wide expanse of spirituality. Our common future depends on the Spirituality, that is, on our direct connection to God, since we are not human beings having a spiritual experience, but spiritual beings having a human experience according to Chardin’s wonderful expression. Let us always keep this truth lively in our minds.
[1] Qur’an, 38: 75.
[2] , 38: 72; 32,9; 15:29.
[3] Genesis 1: 26,27.
[4] See, Toshihiko Izutsu, Sufism and Taoism, A Comparative Study of Key Philosophical Concepts, p. 218, London, 1984.
[5] , 57: 22.
[6] See A. E. Affifi, The Mystical Philosophy of Muhyid Din-Ibnu’ul Arabî, pp. 47, Lahor, 1964.
[7] See T. Izutsu, op.cit.,p. 158.
[8] Affifi, op.cit., p. 47.
[9] Al-Qâshânî, com. On Fusûsu’l-Hikem, p.152, Kâhire, 1321A.H. Cited by T. Izutsu,op.cit.,p. 206.
[10] See T. Izutsu, op.cit.,p. 208.
[11] , 51: 56.
[12] Nermin Akça, The Semantic Study of The Root “ABD” In The Process Of Revelation, Thesis of Doctorate, Ankara 2004.
[13] 2:148.
[14] 5:48.
[15] International Conference on Unity of Faiths. Background Paper, PP.2-3.
[18] 2: 111; 4: 123-124.
[19] 2: 62; 5: 69.