Birkaç gündür, “modern akıl ve astroloji” konusunda bir yazı yazma fikri kafamda dönüp duruyordu. Yazmayı düşündüklerim, düzenlice bir araya gelmemekte çoğu zaman olduğu gibi bu kez de ısrar ettiler. Komutayı, beni her zaman zihinsel bir düzen oluşturmaya iten Başak’taki Merkür’üme bırakmak yerine, bu sefer karışıklığın akmasına izin vermek daha iyi olacaktı. Tam bu sırada, okumak için elime aldığım birkaç kitapta denk geldiğim(?!) paragraflar, kendi kendilerine aralarında bağ kurarak yazının tuğlalarını oluşturdular. Dolayısıyla yazıyı, bu bağlantıları izah eden didaktik bir şekilde kurmaktan ve bitmiş bir metne ulaşmaktansa, aralara sadece biraz sıva koyup o tuğlaları bir araya getirmekle yetindim. Astrolojik bir dille ifade edersek, bazen (ki belki de çoğu zaman) işi Merkür’e değil, Jüpiter’e bırakmak daha iyidir. Merkür’ün algıladığı parçalar karşısında “peki, tüm bunların anlamı ne” diyen zihnin imdadına Jüpiter yetişecektir. Ayrıca böyle yapmak, “modern akıl” ve “astroloji” üzerine düşünmeye başlayan zihnin içine düştüğü parçalılık halini de belki daha iyi yansıtıyordur. Zira bu ikisi, bir araya geldiklerinde adeta birinin diğerini parçalamaya başladığı bir kimyasal reaksiyon da doğuruyor.
Modern akıl ile astroloji arasındaki çatışma aslında oldukça çetin ceviz bir konu. Konu, modern bilime, onun üzerine inşa edildiği dünya ve evren görüşüne, on yedinci yüzyıla, nesnellik ve öznellik arasındaki kavgaya, gerçeklik ve hakikat kavramlarına, felsefe tarihinin ana damarlarını oluşturan meselelere, tanrı fikrine, inançlara, bilime ve daha birçok yere kadar uzanıyor. Ama sanıyorum asıl mesele, on yedinci yüzyılda ortaya çıkan ve Batı uygarlığının tarihini önce ve sonra diye bir eşik gibi ikiye ayıracak olan, dünya görüşü devriminde. Bugün bizim modern akıl diye ad koyduğumuz akıl türü kökünü bu eşikten alıyor. Kabaca söylersek, Batı zihni, bu eşiği geçtikten sonra, doğayı (fiziksel dünyayı) “olduğu haliyle” ele almanın peşine düştü. Daha doğrusu, amacı bu oldu. Bu zihinsel dönüşümün zorunlu bir sonucu olarak da, insanın algıladığı fiziksel dünya, kendi içinde anlam barındıran bir bütünlük oluşturmaktan çıkıp amaçsız ve anlamsız bir makineye dönüştü. Tanrının yerini deneysel bilimin yöntemi aldı. Bundan sonra bu yöntemin olur vermediği hiçbir şey, doğru ve gerçek olarak kabul edilmeyecekti. Modern aklın temel dayanağı buydu.
Alıntı yapacağım ilk kitap, Batı uyarlığında okültün izini süren bir inceleme. “Büyü, Gizem ve Bilim – Batı Uygarlığında Okült” isimli bu kitabın yazarları, aynı konu üzerine incelemeler yapan benzerlerinden bir noktada ayrılıyorlar. Konuya mümkün olduğunca serinkanlı ve meseleyi “anlamaya çalışarak” yaklaşmışlar. Bu konulara muhalif olanların yaptığı gibi elinin tersiyle bir kenara itmiyorlar. Günümüz bilimini de göz önünde bulundurarak, inceledikleri konuyu “ciddiye alıyorlar”. Çünkü bu konuların, hurafe bile olsalar, insanlığın serüveninde binlerce yıl boyunca üretilmiş bir birikimi oluşturduklarının ve sırf bu yüzden, karşı çıkılacaksa bile, ciddiye alınmaları gerektiğinin farkındalar. İnsanlığın bilimsel devrim öncesindeki hali, bu iki yazar için, mahalleye rezil olunacak yüz karası bir namus meselesi değil.
Çok geniş ve farklı kaynaklardan yola çıkarak, hatta Manilius’tan, Ptolemy’den alıntılarla astrolojiyi inceledikleri bir bölümü yazarlar şu paragrafla bitiriyorlar:
“Astroloji, kuşkusuz evrenin tutarlı, her şeyin merkezinde insanoğlunun bulunduğu ayrılmaz bir bütün olarak görülmesi nedeniyle, bilginin günümüzdekine kıyasla daha bütüncül ve kapsamlı biçimde bir araya getirildiği bir dönemi yansıtır. Bu karşılıklı bağımlı birlik ya da ortak uyum anlayışı yüzünden, insanların doğa sahnesindeki mütecavizler veya rastgele süreçlerin kazara ortaya çıkan yan ürünleri olduğunu varsaymak çok zordu; bu tür bir kaotik uyumsuzluk, kozmik ahengi ve de ilahi açıdan uyumlu hale getirilmiş evren fikrinin ta kendisini enkaza çevirebilirdi. Bu, parantez arasında, astrolojinin göçüp gidişini açıklamanın başka bir yoludur. Modern bilim, evreni rastgele (amaçsız) süreçlere dönüştürmek yoluyla, astrolojinin kabul gören başlangıç noktasını elinden alır.”[1]
Modern akıl ve astroloji konusunda yola çıkacağımız ilk nokta aslında çok daha köklü bir dönüşüm. Anlıyoruz ki, on yedinci yüzyılda düşüşe geçen astroloji değildi, tüm bir evren görüşü değişiyordu. Astrolojinin dayandığı dünya görüşü yerini bir yenisine bırakıyordu. Bu dönüşüm tek bir kelimeyle ifade edilecekti: “Aydınlanma”. Eğer aydınlandıysak, demek ki öncesinde karanlıktaydık. Batı, bu yeni dünya görüşünü, kendini meşrulaştırmak için böyle sunmalıydı. İnsanlık artık aydınlanmış, hurafelerden kurtulan akıl özgürleşmişti. Gerçi burada durup hemen sormak gerek: Ya o sırada dünyanın geri kalanı? Tüm bir insanlık Batı’dan mı ibaretti? Ama zaten, dünyanın geri kalanının da “Batı” haline gelmesinin eli kulağındaydı. Bugün, her tarafı “Batı” olan bir dünyada yaşıyoruz.
Batı’nın modern aklı için asla bilimsel ve makul sayılmayacak bir soruyla devam edelim: Bu değişim neye mal oldu?
Sanatçılar, yaşadıkları dönemin gebe olduğu değişimleri çoğu zaman ilk “hisseden” insanlardır. Eserleri o değişimin sancılarından beslenir. En azından eskiden böyleydi. Sanatçılar “doğrudan anlatmaz”, ama öyle bir şey yaparlar ki, hissettiklerini dilin sınırlarını aşarak size de hissettirirler. O yüzden, ikinci alıntımız bir ressamdan.
On yedinci yüzyıldayız. Hollanda'da. Bilimsel devrim hayatı ters yüz edercesine değiştirmek üzere. Galileo’nun teleskobu, uzak gökcisimlerini yakınlaştırarak evrenin “gerçeğini” insanoğlunun gözünün ucuna kadar getirdikten sonra, şimdi sıra burnumuzun dibindeki dünyanın gerçeğini keşfetmekte. Hollandalı ressam Jan Vermeer’in yaşadığı dönemde, iyi zımparalanmış mercekler sayesinde insanın görme kapasitesini artıran mikroskoplar, artık nesneler hakkında çok daha fazla ayrıntı sunabilmektedir. Bilimin bu buluşları, "dış gerçeklik" ile insan zihni arasındaki ilişkide bir devrim yapmak üzeredir. "Hakikat" mefhumu bambaşka kılıklara bürünmeye başlamıştır artık. Vermeer, tek mercekli mikroskobun mucidi Antony van Leeuwenhoek ile kapı komşusudur. Vermeer ve Leeuwenhoek, aynı gün doğmuşlar ve ömür boyu hep komşu kalmışlar. Aralarında asla bozulmayacağa benzer sımsıkı bir dostluk varmış. Fakat hiç akla hayale gelmeyecek bir sebep bu dostlukta derin bir gedik açmak üzeredir: Deminden berini sözünü ettiğimiz o yeni dünya görüşü. Vermeer, Leeuwenhoek'e bir mektup yazar, söyleyecekleri vardır. Oysa bunları pekala hemen yan kapısındaki Leeuwenhoek’ün yüzüne de söyleyebilir. Ama ilk kez, bu sefer, doğrudan yüzüne söylemeyeceği şeyler vardır:
“Kuşkusuz, akşam çökmeden önce sık sık yaptığım gibi laboratuvarına uğrayıp seninle konuşmak yerine, sana bu mektubu yazmam seni şaşırtmıştır. Ama yeterince cesaretimi toplayamadığımı düşünüyorum. Bunları yüzüne karşı nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum… Birkaç gün önce, yeni mikroskobunun altında bana bir su damlası göstermiştin. Ben hep su damlasının cam gibi saf ve tertemiz olduğunu düşünmüştüm, oysa gerçekte suyun içinde Bosch’un[2] saydam cehennemindeki gibi acayip yaratıklar kaynaşıp duruyorlardı. Bu gösteri sırasında içine düştüğüm şaşkınlığı bilhassa keyiflenerek izledin, sonra da ağır ağır ve manidar bir havayla ‘Su böyledir işte, sevgili dostum,’ dedin. “Böyle ve başka türlü değil…” Ne söylemek istediğini anlamıştım: Biz sanatçıların, görünüşleri, gölgelerin hayatını ve dünyanın aldatıcı yüzeyini kaydettiğimizi; şeylerin aslına erişmek için yeterli cesaret ve beceriye sahip olmadığımızı. Söylemek gerekirse bizim zanaatçılar olduğumuzu, yanılsamanın maddesi üzerinde çalıştığımızı, oysa sizin ve sizin gibilerinin hakikatin efendileri olduğunuzu… Korkarım siz ve sizin gibiler insanlığa yalnızca avantajlar değil, tamir edilemez zararlar da verebilecek tehlikeli bir yolculuğa başladınız. Her yeni keşifle yeni bir uçurum açılıyor önümüzde ve biz, evrenin esrarengiz boşluğu karşısında gittikçe daha da yalnızlaşıyoruz… Eğer mutlaka keşifler yapılmasını istiyorsan, biraz yeğin kobaltı ışıklı sarıyla karıştırdığımı söyleyeceğim sana; ayrıca güney ışığının kalın camdan gri duvara vuran yansımasını da kaydettim… Eğer bana düşen görevi biliyorsam, o da, insanı kendini çevreleyen gerçeklikle barıştırmaktır. Seni ikna edemeyeceğimi ve mercek zımparalamayı ya da Babil Kuleni dikmeyi bırakmayacağını biliyorum. Ama müsaade et de, eski usullerimizi, dünyaya barıştırma ve uzlaştırma sözcükleri fısıldamayı ve tedavi edilmiş uyumdan, karşılıklı sevginin edebi arzusundan gelen neşeden bahsetmeyi sürdürelim…”[3]
Aslında, bu kısacık ama tam on ikiden vuran mektubun ardından sözü sessizliğe bırakmak yerinde olurdu. Bu mektubun birkaç yerini, altlarını çizerek vurgulamak istedim ama sonra neresini vurgulayacağımı şaşırdım. Fakat beni, daha doğrusu benim de anlatmaya çalıştığımı çok çarpıcı bir şekilde ifade eden iki yer var. Bir tanesi, “su böyledir, işte, sevgili dostum, böyle ve başka türlü değil”. Gökyüzü kaya ve taş parçalarından oluşmuştur, başka türlü değil, diyen günümüz aklının tarihteki ilk cümleleri bunlar. Bugün bir gece vakti gökyüzüne bakarken takımyıldızların arasındaki mitolojik hikayeleri anlattığınızda sevgilinizin “iyi de bunlar taş parçası” deyiverişiyle aranıza giren fay hattının ilk çatlakları.
Vermeer, hakikatin efendilerinden bahsediyor. Bugün astroloji deyince küfür duymuş gibi olanlardan bahsediyor. Maksadım, astrolojiyi yüceltmek değil. Ama astrolojinin dayandığı dünya görüşüyle, bugün hepimizin temel zihinsel dinamiğini oluşturan dünya görüşü arasındaki uzaklığa işaret etmeye çalışıyorum. Gerçi astroloji, bundan yaklaşık yüz yıl kadar önce yeni bir kılıkla tekrar ortaya çıkıp “modern astroloji”ye dönüştü. Bugün “piyasaya hakim” olan astrolojiye baktığınızda, modern dünyanın çarklarını yağlayan bir şey halini aldığını görürsünüz. Yalnızca belli bir sınıftan olan insanlara fırsatlar sunan kapitalizmin, sanki herkes eğer isterse bu fırsatlara ulaşabilirmiş yanılsamasını kasten yarattığı günümüz dünyasında, modern astroloji de aynı şeyi söylemektedir: Potansiyelini kullan! Fırsatların eşit olmadığı bir sistemde, potansiyelini kullan demek, aslında insanları birbirine karşı kışkırtmaktır. Satır arasında, başka birinin fırsatını engellemesini fısıldamaktır. Çünkü kapitalizmde fırsat elde etmenin başka bir yolu yoktur; varlığını sürdürmek için bizi birbirimizle yarıştırmak zorundadır. Bunun sonucu da, birbirinin ve doğanın boğazına yapışan insanlar olur. Astrolojinin bu konularla hiçbir ilgisi yokmuş gibi görünse de, astrolojinin köklendiği o eski dünyanın uyum ve birlik arayışına dayanan dünya görüşü, en azından bugünümüz üzerine düşünmemizi sağlayacak bir karşıtlık sunabilir. Ama önce, astrolojiyi, hangi gezegen neredeymiş diyen basit bir horoskopa indirgemenin ötesine geçmemiz lazım. Astrolojiyi, ister doğru olsun ister yanlış, aklı kıt insanların kullandığı ilkel bir araç olarak görmek, aslında bağnazlığın ta kendisi. Diğer yandan, bugünü tümden reddedip geçmişi geri istememiz de gerekmiyor. Zaten bu yanlış da olurdu. Fakat, “gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar, yeryüzünde sizin kadar yalnızım” diyen şarkının şairinin niye derdini gökteki yıldızlara anlatmak zorunda kaldığı üzerine de kafa yormamızı sağlayabilirdi. Bunu sadece şairin dinleyeni etkilemek için seçtiği bir teşbih sayıp geçmek, bir su damlasında sadece küçük yaratıkları görmekten bile daha kaba bir iş. Leeuwenhoek’un mikroskobunu bir tarafa bırakıp çıplak gözümüzle bakarsak, bu şairin hissettiği yalnızlık, o mektubu yazan Vermeer’in hissettiği yalnızlıkla özünde aynı yalnızlık.
DİPNOTLAR:
[1] David Burton, David Grandy; “Büyü, Gizem ve Bilim – Batı Uygarlığında Okült”, Varlık Yayınları, 2005, s.122
[2] Hieronymus Bosch. 15-16. yüzyıllarda yaşamış Hollandalı ressam. “Saydam cehennemde kaynaşıp duran acayip yaratıklar” ile ne kastedildiğini görmek için:http://en.wikipedia.org/wiki/Hieronymus_Bosch_paintings
[3] Alıntılayan: Ulus Baker, “Yüzeybilim Fragmanlar”, Birikim Yayınları, 2009, s.225